İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com
www.ibrahimokur.com.tr
Mükemmel bir kumandanı vücuda getiren şey, mükemmel ahlaktır.
ATATÜRK
1
Meğer eskiden öldürme vasıtası ne kadar az ve korunma çaresi ne kadar çokmuş!… Şimdi ise bu afet, gökten belalar yağdıracak, toprağın derinliklerini deşip alt üst edecek bir hal aldı. Buna karşılık, en iyi korunma çaresi, yumuşak toprağa ve yeşil dal altlarına sinmeye kaldı. Tehlikenin artması, harp edeni içinden zırhlandırıyor. Maddeye ancak ruh karşı koyabiliyor.
Ruşen Eşref Ünaydın, 1921,
İstiklal Yolunda adlı eserinden
Mustafa Kemal’in komuta ettiği Anafartalar cephesinde sadece düşmanla değil, yoklukla da mücadele edilmekteydi. Düşman sekiz değişik tipte topunu Anafartalar cephesine yönlendirmişti. Dretnotların 38’lik topları durmadan bomba yağdırıyordu. Kruvazörlerin taretleri dretnot toplarıyla yarışıyordu. Monitörlere büyük çaplı toplar yerleştirmişlerdi. Toplar hiç susmuyordu. Bunlarla da yetinmemişler, karaya obüsler, havan topları çıkarmışlardı. Uzun ve kısa menzilli sahra bataryaları mevzilerimize sağanak halinde bomba yağdırıyordu. Bütün bu gürültüden beklenen, korkutmak, direnmeden dağılmaya zorlamaktı. Düşman, askerimizin moralini bozmak için her tarafa bomba yağdırıyordu ama bizim kahramanlarımız korkunç gürültüden beklendiği gibi etkilenmiyordu. Hatta tersine direniş bilinci güç kazanıyordu.
Düşmanın karşımıza diktiği asker sayısı da kahramanlarımızın sekiz katıydı. Tepede dönüp dolaşan 11 tayyare ağaçlar arasında karargahlarımızı arıyor, hareket gördüğü yere makinalı tüfekle ateş ediyor, topçularına hedef tayin ediyor veya bomba yağdırıyordu. Zehirli çiviler adeta bütün patikaları yürünmez hale getirmişti. Çanakkale’de üzerine çelik parçası düşmemiş tek bir metrekare toprak parçası bırakmamışlardı.
Bütün bu olağanüstü eşitsiz şartlara rağmen savunmamız son derece başarılı idi. Maneviyat en üst düzeydeydi. Bomba gürültüleri maneviyatın yükselmesine muazzam katkı yapıyordu. Geceleri, 44 metre yakınımıza kadar gelmiş düşman mevzilerine sürünerek gidiyorlar, el bombası, makinalı tüfek arıyorlar, oralara kadar gitmişken, hiç olmazsa, düşmanın dikenli tellerini kesip getiriyorlar veya bir düşman askeri tutup dönüyorlardı. Kahramanlarımız acil eksik malzemeyi, hayatlarını tehlikeye atarak düşman cephesinden karşılamaya çalışıyordu.
Gelelim Musa Onbaşı’nın hikayesine!
Conkbayırı mevzilerimizde bir gece, elli kilo ya gelir ya gelmez, çelimsiz görünen Musa Onbaşı, yanına güçlü kuvvetli iki er alıp düşman hendeğine doğru sürüne sürüne ilerlerken aynı şekilde düşman da sürüne sürüne, aynı amaçla, bir askerimizi esir edebilmek ve götürüp sorguya çekebilmek için gelmektedir. Orta yerde aniden karşılaşırlar. Adam iki metre boyunda Avustralyalı bir boksördür. Musa Onbaşı gırtlağına yapışır, askerlere de ayaklarını sıkı sıkı tutmalarını ve bu şekilde geri çekmelerini söyler. Elleri boş kalan boksör, Musa Onbaşı’nın başına gözüne birbiri ardına kuvvetli yumruklar atmaktadır. Kan revan içinde kalan kahramanımız her şeye rağmen esirini bırakmaz ve ağır yumruk darbeleri altında esirini sürüne sürüne Türk mevzilerine çekmeyi başarır.
Mustafa Kemal, telsiz mesajlarından olayı öğrenince ikisini de getirtir. Bir de bakar ki, Avustralyalı, Musa Onbaşı’nın iki katıdır. Önce Musa Onbaşı’ya “bu ızbandutu nasıl yakaladın?”, diye sorar. Musa Onbaşı tevazu içinde, “efendim, sağ adamlar yakalamamızı istemişsin, onun ümüğüne yapıştım, o da beni boyuna yumrukladı, fakat elimden kurtulamadı”, diye cevap verir. Sonra boksöre döner ve“bizimle ne alıp veremediğin var ki, bizimle savaşmaya geldin”, diye sorar. O da sportmen olduğunu, muharebe de spor olduğu için spor yapmak için gönüllü yazıldığını söyler. Nasıl yakalandığı sorusuna ise şöyle cevap verir: “Aralıksız yumruklamama rağmen, elinden gırtlağımı kurtaramadım”, diye cevap verir. Mustafa Kemal de ona, “bizim Musa’nın sporunu nasıl buldun?, diye sormadan edemez.
Okuduğum metinden anladığım kadarıyla, düşmanın Çanakkale’den ufak ufak çekilmekte olduğunu, Mustafa Kemal, ilk olarak bu Avustralyalıyı konuşturarak anlamıştır. Savaştan yılgın düşen boksör konuşurken zorluk çıkarmaz. İfadesinde, düşmanın cepheden iki fırkayı Selanik’e sevk ettiğini söylemiştir.
Bu hikaye, Birinci Dünya Savaşı’nda olanca zorluklara rağmen Türk askerinin sergilediği kahramanlıktan sadece biridir. Birçok cephede birçok Musa birçok inanılmaz iş başarmıştır. Aynı kahramanlıklar, Milli Mücadele döneminde de sürmüştür. Bakınız Ruşen Eşref Ünaydın, 3 Ağustos 1921 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde bildiklerini ve gördüklerini nasıl aktarmış: “Altmış neferlik bir bölüğün cephesine iki taburu ile hücum eden düşman, bu kuvvetini kamilen bizim süngülerimize bırakmıştır. Zabitan arkadaşlar hep at üzerinde hücum emri veriyor ve efrada hüsnü-ü misal oluyordu. Yunan Türk’ün süngüsünü gördüğü gibi eli, ayağı ve bütün asabı titriyor. Silahını, teçhizatını ve hatta başındaki şapkasını bırakıp kaçıyor.”
Yine Ruşen Eşref’ten bir başka haber: “Dokuz süngü yiyen bir Mehmetçik’in önüne üç Yunan esiri katıp yaralarına rağmen vücudunu da, bu canlı ganimetlerini de kendi karargahına teslim ettiğini hepimiz biliyoruz.”
Ne demiş Falih Rıfkı, Ateş ve Güneş’inde: “Düşman her zaman bizden çok ve biz düşmandan kaviyiz.”
Yaşamışlar, görmüşler ve yazmışlar.
Okuduğum eserlerde, koskoca Çin’e saldıran Kürşatlar gibi, daha birçok göz yaşartan kahramanlık hikayesi ile karşılaştım. Türk milleti içinde böyle sayısız kahraman vardır ve iş başa düştüğünde her biri bir köşeden atılır ve görevini fazlasıyla yapar. Türk insanı, zorluklarla mücadele şartları altında üstün nitelikler kazanmıştır.
Beyefendi, beyefendi!
ATATÜRK
Gerilerde yeşil masa üzerinde vazife görme devri artık geçmiştir.
2
Yurdun her yanı düşmanla çevrilmişti. Kendi ülkemizde yok edeceklerdi bizi. Düşmanın bu kötü kastına yalnız azmimizle karşı koyduk. Silahsızdık; vasıtasıydık; taraftarsızdık; fakat sırf ümitli idik. Manevi kuvvetimiz asla sarsılmamıştı.
Ruşen Eşref Ünaydın, 1921,
İstiklal Yolunda adlı eserinden
Son yayınladığımız HEM KUNDAKÇI HEM İTFAİYECİ adlı kitabımız dolayısıyla aramak lütfunda bulunan arkadaşlarımla uzun uzun telefon sohbetleri yapıyoruz.
Hepsine, siyasi partileri aşmış bir üst yapıda, defosu olmayan kişiler arasında fikri seviyede sağlam temelli bir “milli” mutabakata ihtiyaç olduğunu, bundan sonra eski kuru sıkı ayrıştırıcı, rakibini sadece tahkir eden içi boş söylemlere dayanarak siyasetin sürdürülemeyeceğini, bu hayati konuya katkı sağlamak amacıyla bu tür çalışmaları yaptığımı, aynı konuda, eksik kalan yanları içeren yeni bir yayın yapacağımı ve elimden geldiği, sağlığımın elverdiği ölçüde payıma düşen katkıyı yapmaya azimli olduğumu anlatıyorum.
Politikacıdan devlet adamı olamayacağını, bir milletin selameti söz konusuysa, devlet adamlığından politikaya geçiş yapanların itibar kazanması gerektiğini -kastımız bürokrat değildir- devlet adamı vasıflarına sahip donanımlı insanların politika sahasını doldurması için elden gelen her türlü çabayı göstermemiz gerektiğine dair vurgu üstüne vurgu yapmaya çalışıyorum.
Son haddine donanımsız olmalarına rağmen politika ortamında yer kapmış, devlet adamı pozu takınan politikacının Türkiye’ye çok büyük kötülükler yaptığını, gelecek kuşakların önüne dağ gibi sorunlar yığdıklarını, ülkemizin geçen zamanı iyi değerlendirememesinin önde gelen nedeninin, söz konusu zümre olduğunu anlatıyorum.
Arkadaşlarımın bazıları bana moral katkı yapmaya çalışırken, bazıları “bu millet adam olmaz” noktasında. Bu olumsuz sözleri işittiğimde moral katkı görevi bana düşüyor. Onlara Musa Onbaşı’nın hikayesini anlatıyorum. Her tarafın, olağanüstü görevler üstlenmeye gönüllü Musa Onbaşı’larla dolu olduğunu, yalnız olmadığımızı, ”hayatı dolu dolu yaşadım” diyebilmek için zorluklarla mücadele gerektiğini, hatıralarımızı anlatmaktan ibaret bir tutumun anlam ifade etmediğini, dünyayı anlamak, sorunları iyi tanımlamak gerektiğini; bunların, çözüm noktasında mutabakat için ön şartlardan olduğunu, olmazsa olmaz olduklarını, sosyal medyayı anahtar deliğinden gözlemekle, arada bir zili çalıp kaçmakla, ölü taklidi yapmakla, bazen de sosyal medyaya üç beş kelimelik hamasi içerikli telgraflar çekmekle mutabakat sağlanamayacağını, bu tür sığ beraberlik görünümlerinin çözüm ortaya koyma aşamasında derhal çatlayabileceğini, tecrübelerin de bu gerçeği apaçık ortaya koyduğunu tekrarlayıp duruyorum.
“Bizden geçti, gençler yapsın”, diyen, pasifist tutum içerisine düşmüş olanlar epey fazla. Bu gibilerin bir kısmı, sanki aralarında anlaşmışlar gibi, her fırsatta 56 yaşında pankreas kanserinden ölen Apple’ın kurucusu, dünyanın en zengin kişilerinden Steve Jobs’un, “her şey boşmuş” dediği son mektubu öne sürüyor. Jobs, insanlığa olağanüstü gayretlerle büyük hizmetlerde bulundu ve genç yaşta öldü ama insanlığa yaptığı katkılar hep anılacak, hep yaşayacak. Yüz yıl yaşayan ama hiç iz bırakmadan göçüp gidenler karşısında muazzam bir itibar ve üstünlük.
“Bizden geçti, gençler yapsın”, diyenlere de Atatürk’ün bir vecizesini hatırlatıyorum ve bu hatırlatmam sık sık oluyor: “Benim anladığım gençlik, bu inkılabın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de güçlü bir gençtir.”
Büyük çoğunluğun hep sessiz kalması bana Napolyon’un bir sözünü tekrarlatıyor: “Konuşan on insan sessiz duran on bin insandan daha fazla gürültü çıkartır.” Demek ki yağmanın esas sorumluları aslında yağmalanan sessiz çoğunluk.
En çok işittiğim sözlerden biri siyasetin çirkin manzarasını tasvire çalışarak ümitsizlik aşısı gibi sarfedilenler. Siyaset ortamının hırsızlar tarafından tamamen doldurulduğunu, yağmacı bir ortama düştüğümüzü, dün kara dediğine bugün ak diyenlerin pek bol ve gayet de pişkin olduklarını, aktüel dengeler içinde hoplaya zıplaya siyaset sahnesinde yükselmek için kendi hesabına taş döşemeye çalışanları, yağlı kemik görünce yolunu bir anda değiştirenlerin kamuoyuna hiç aldırış etmeyen inanılmaz tutumunu her geçen gün ortaya çıkan yeni örnekleriyle anlatan ve bu yüzden yılgınlığa düşenlere moral aşılamak için kısaca şöyle de diyebilirim:
Toplum Musa Onbaşılarla dolu. Gelin, biz de kendi çapımızda bir Musa Onbaşı olmaya çalışalım. Hayatı dolu dolu yaşamaya gayret edelim.
Hayatımızın aşkın bir anlamı olmalı!
İnsanı insan yapan manevi değerlerimizin peşinden gidelim.
“İyi ki bu zorluklar var; yoksa yaşadığımızı anlayamadan toprak oluruz”, diyelim.
Eğer zorlukları aşmak için olağanüstü gayretler gösteren önceki nesiller olmasaydı, uygarlık bu seviyeye gelemezdi. Bu gerçeği hep aklımızda tutalım ve biz de beynimizin zekatını verelim. Eğer tutarlılığı kaybetmeden moralimizi yüksek tutmazsak ve bu duyguyu etrafımıza hissettirmezsek, hırsız ursuz takımının ortamdan daha fazla yağ çıkarmasına ve cesaretlerinin iyice artmasına neden oluruz.
Unutmayalım!
Unutmayalım, yalnız değiliz.
Dünyadaki bütün milletlerin başı kendi egemenleriyle dertte. Kitabımızda bu gerçeği yeterince ve yeterli kanıtlarıyla sergilediğimizi düşünüyorum. Emin olunuz ki, geleceğin yeni Büyük Gücü’nü bombalar değil, Musa Onbaşılar belirleyecek. Kimin Musa Onbaşı’sı çoksa ve örgütlenebilmişse, tutarlı davranış sergileyebiliyorsa, geleceğin onların lehine gelişmelere zemin hazırlayacağını adım gibi biliyorum.
Tarih bilgim ve dolu dolu yaşadığım hayat bu inancı benim zihnime nakşetti.
KISACA:
Her birimiz birer Musa Onbaşı olabilmeliyiz!
Musa Onbaşıları birbiriyle buluşturmaya çalışmalıyız!
En azından büyük bir içtenlikle bunu denemeliyiz.
Sayısız denemeden biri umulan sonucu getirebilir.
Unutmayalım.
İnanalım.
Örnek olalım.
Türkiye’mizin bu günlerde buna şiddetle ihtiyacı var.
Hep birlikte sorunların ümüğüne yapışalım.
Çözüm görevini torunlarımıza yükleyip geri çekilmeyelim. Unutmayalım ki sorunları bu dereceye tırmandıran bizim kuşağımız.
İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com
www.ibrahimokur.com.tr